LİDERİMİZ SAYIN DEVLET BAHÇELİ'NİN, TBMM GRUP TOPLANTISINDA YAPMIŞ OLDUKLARI KONUŞMA - 22 HAZİRAN 2021

LİDERİMİZ SAYIN DEVLET BAHÇELİ'NİN, TBMM GRUP TOPLANTISINDA YAPMIŞ OLDUKLARI KONUŞMA - 22 HAZİRAN 2021

Paylaş:

Çok Değerli Milletvekili Arkadaşlarım,

Saygıdeğer Basın Mensupları,

Haftalık olağan Meclis grup toplantımız vesilesiyle müstesna heyetinizi saygı ve sevgilerimle selamlıyor, başarılı ve sağlıklı bir hafta geçirmenizi temenni ediyorum.

Gerek yurt içinde gerekse de yurt dışında yaşayan aziz vatandaşlarımıza, gönül ve kültür coğrafyalarımızda birlik ve dirlik mücadelesi veren değerli kardeşlerimize en iyi dileklerimle birlikte selamlarımı iletiyorum.

İçinde yaşadığımız toplumda farklı çıkarları, farklı şartları paylaşmaktan, bunlardan kaynaklanan sorunlara maruz kalmaktan doğan görüşler, düşünceler ve çözüm önerileri vardır, olması da son derece tabii ve gereklidir.

Takdir edeceğiniz üzere muhkem bir demokrasi kültürü bu yolla vasat bulacaktır.

 

Demokrasinin var olabilmesi, işlevsellik kazanabilmesi, hak ettiği itibara kavuşabilmesi, sözle değil, öz ve içerik açısından benimsenmesiyle mümkündür.

Bunun vasıtası da, sosyal ve siyasal yapıda düşünce açısından doğal görülen farklılıklara saygı duyularak meşruiyet ve hukuk alanı içinde kalmak kaydıyla serbestçe ifade edilmesidir.

Türk demokrasi tarihine bu zaviyeden baktığımızda, nükseden bunalımların kökeninde, sağlıklı ve dengeli bir iktidar-muhalefet ilişkilerinin kurumsallaşmaması yatmaktadır.

Böylesi bir ortamın yokluğu, bir yandan siyasî sistemin çözüm ve değer üretme kabiliyetini ortadan kaldırırken öte yandan meşruluk ve çoğulculuk tartışmalarını da ister istemez beraberinde getirmektedir.

Ülkemizde demokrasinin temel zafiyetlerinden birisini teşkil eden demokratik uzlaşma kültüründen mahrumiyet, hedeflenen siyasî istikrarın tesisi yönünde ciddî bir engel olarak varolagelmiştir.

Partimiz yıllardan beri, uzlaşma kültürünün eksikliğine vurgu yapmış, işbirliği, yapıcı muhalefet ve yol gösteren eleştiriler ile yeni bir siyaset anlayışının yerleşmesine önayak olmuştur.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’yle artık yüksek hedefleri ihtiva eden yeni bir sayfa açılmış, böylelikle siyasi ve ahlaki uzlaşmanın güzelliklerle dolu mecrasına geçilmiştir.

Cumhur İttifakı’nın gayesi yeni sistemin ilke ve kurumlarıyla olgunlaşıp kökleşmesini temin etmek, bunun yanında siyasetteki katılıkları yumuşatarak kutuplaşmaları törpülemektir.

Milliyetçi Hareket Partisi, özellikle uzlaşma kültürüne sahip olmayan ve kendinde güç vehmetmeye başlayan siyasi partilerin toplumsal huzursuzluğu derinleştirdiğine inanmaktadır.

Türk siyasetinin aştığı zorlu merhaleler dikkate alındığında, bu eğilim siyasal anlamda bir geriye kıvrılıştan başka bir anlam taşımayacaktır.

Türkiye'nin çok partili demokrasi tecrübesinde yetmiş beş yılı geride kalmıştır.

1946'dan 2021 yılına uzanan bu zor ve sancılı süreçte, demokrasi ve siyasi etik tartışmaları da sürekli gündemdeki sıcaklığını korumuştur.

 

Bir ahlak ve fazilet rejimi olan demokrasinin yaşayıp gelişebileceği manevi iklimin vazgeçilmez ihtiyaçları, temiz ve namuslu siyasetin ahlaki temelleri ile demokratik meşruiyetin icapları gibi ana sorunlar, bu tartışmaların merkezinde yer almıştır.

İtiraf ve ifade edelim ki, geldiğimiz bu aşamada, Türk demokrasisinin yetmiş beş yıllık yolculuğunda, güçlü temellere kavuşmasında önemli mesafeler kat edilmiştir.

Mühürlü kalpler görmese de Türkiye’nin bahtı açık, milli birlik ve dayanışma ruhu düne nazaran daha da sağlamdır.

Amacı, ülkeye ve millete hizmet olan siyasetin ahlaki değerlerle bezenmesi bize göre bir mecburiyettir.

Siyasetin ikbal aracı olarak görülmesi ve demokratik rekabete dayalı hizmet yarışı olan seçimlerin menfaat ve ihtiras yarışına dönüştürülmesi namuslu siyaset anlayışıyla örtüşmeyecektir.

Bu tehlikeyi herkesin idrak etmesi ve ahlaki sınırlarda kalması zaruridir.

Vatandaşlarımızın aldatılması, umut tacirliğinin kamçılanması, yalanın egemenlik kurması, halk dalkavukluğunun öne çıkması ve demagojinin geçer akçe görülmesi açıkça millet iradesine fesat karıştırmaktır.

Bunun adı da işin özünde "milli irade gasbı"dır.

Nihayetinde milli iradeyi gasp etmek için hezeyandan hezeyana koşan palavracı siyaset meddahlarının hala varlığı, ahlaki temele yaslanan dürüst ve namuslu siyaset anlayışının yeterince kök salamadığına işarettir.

Gerçekte dürüstlük pahalı bir mülktür, zillete düşmüş ucuz insanlarda asla durmayacak, asla bulunmayacaktır.

Bu hatırlatılmaları yaparken kastım şudur: Cumhuriyet Halk Partisi’nin 18-20 Haziran 2021 tarihinde Gaziantep’te düzenlenen “Belediye Başkanları Çalıştayı”nın açılışında konuşan Kılıçdaroğlu geçmiş beyanlarıyla ters düşmüş, yine baltayı taşa vurmuştur.

İbn-i Haldun’un, “insan beyni değirmen taşına benzer. İçine yeni bir şeyler atmazsanız kendi kendini öğütür” sözü adeta Kılıçdaroğlu için özel söylenmiş gibidir.

 

Siyasi hıncına yenilen, menfaat hırsına boyun eğen, akli ve zihni melekeleri meflûç hale gelen bu zatın ne sözü sözdür, ne de siyaset anlayışı millet ve ülke yararınadır.

Kılıçdaroğlu ülke nüfusunun yüzde 54’ünün CHP’li belediyeler tarafından yönetildiğini dillendirmiştir.

Milli ve üniter bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti, egemenlik yetkilerini ülkenin her noktasında aracısız, fasılasız ve doğrudan kullanmaktadır.

Kaldı ki CHP’li belediyeler devletin hükmü şahsiyetinden bağımsız ya da özerk bir yönetim değildir.

Bu belediyeler gökten zembille inmemiş veya Kılıçdaroğlu’nun terekesinden çıkmamıştır.

Nüfusun yüzde 54’nün CHP’li belediyeler tarafından yönetildiğini muhataralı bir dille vurgulamak bize göre potansiyel bir ayrımcılığın, hatta devlet içinde başka bir devlet varmış gibi değerlendirme yapmanın diğer bir şeklidir.

Kılıçdaroğlu’nun ağzındaki bakla zehirlidir.

Belediye yönetimleri millete hizmetin ilk halkasıdır.

Belediye başkanları da seçildikleri andan itibaren siyasi düşüncesi ve parti aidiyeti ne olursa olsun yörelerindeki herkesi kucaklamakla mükelleftir.

Şehrinin emini ve emanetçisi olan belediye başkanlarının başka türlü davranması ahlaki ve hukuki keşmekeşliklere kapı aralayacak, ortam açacaktır.

Kılıçdaroğlu, 11 Mart 2020’den 14 Haziran 2021’e kadar 4 milyon 550 bin haneye ayni yardım, 1 milyon 465 bin haneye nakdi yardım yaptıklarını, 1 milyon 200 bin hanenin borcu olmasına rağmen suyunu kesmediklerini, 150 milyondan fazla da maske ve dezenfektan dağıttıklarını duyurmuştur.

Allah devletimize ve milletimize zeval vermesin.

Dilerim ki, azımız çok, eksiğimiz yok olsun.

Kılıçdaroğlu bildiğimiz kadarıyla hazine bulmadı, mirasa konmadı, kendi adına darphane kurmadı, ortaya çıkan faturayı da cebinden ödemedi.

İhtiyaç sahibi vatandaşlarımıza ne yapıldıysa, ne verildiyse, helali hoş olsun, devletimizin bütçe imkânlarıyla, milletimizden toplanan vergilerle muhtaçlara ulaşıldı, yardım bekleyenlerin elinden tutuldu.

Kaşgarlı Mahmud,  Divan’ın Türk maddesinde der ki; “Türkçe böbürlenme ve övünme yoktur. Türk, büyük kahramanlıklar ve fedakarlıklar yaptığı zaman bile fevkaladelik yaptığından habersiz görülür.”

Gerçekten de ortada övünecek veya övülecek bir şey yoktur, aksine her belediye başkanı görevinin gereğini yapmış, Kılıçdaroğlu’da böbürlene böbürlene istismara yakayı kaptırmıştır.

İşte bu ayıplı bir siyasettir.

Biz hangi Kılıçdaroğlu’nun sözüne itibar edelim?

Hangi Kılıçdaroğlu’nun açıklamalarına inanalım?

KOVİD-19 salgını boyunca, bir yanda gece yatağa aç girenlerden şikâyet eden, yardımların yapılmadığından dertlenen, yoksulluğun ve işsizliğin artışından bahseden Kılıçdaroğlu’na mı kulak verelim; yoksa sayıları beş milyona yakın haneye ayni ve nakdi yardım yaptıklarını kasıla kasıla anlatan Kılıçdaroğlu’nu mu ciddiye alalım?

Hangi Kılıçdaroğlu doğruyu söylüyor?

Dahası bu Kılıçdaroğlu’nun kaç yüzü vardır?

Türkiye’de 26 milyon 600 bin civarında hanenin olduğu TÜİK’in araştırmalarıyla belirlenmiştir.

Demek ki, bu hanelerin beşte birine CHP’li belediyeler yardım etmiştir.

Merkezi hükümetin ve diğer belediye yönetimlerinin muazzam desteklerini hesaba kattığımızda esasen ekonomik zorlukların bütçe imkanları nispetinde göğüslendiği anlaşılacaktır.

O zaman CHP yönetiminin sosyal ve ekonomik eleştirileriyle ilgili tüm iddiaları çürümüş olacaktır.

Biz demiyoruz ki, hiç sorun yoktur.

Biz demiyoruz ki, her şey güllük gülistanlıktır.

Biz demiyoruz ki, bir elimiz yağda diğeri baldadır.

Fakat CHP yönetiminin anlattığı gibi kötümser bir Türkiye tablosu kesinlikle söz konusu değildir.

 

 

Meseleleri kavrayan, insanımızın yanında duran, nimette de külfette de vatandaşlarımızla bir arada bulunan bir devlet yönetimi, bir Türkiye gerçeği vardır, kıskananların çatlaması da doğal olarak beklenmelidir.

Bizim askıda ekmek kampanyamızı tenkit edenler, askıda fatura uygulamasına geçtiler.

Olsun, yapanı alkışlarız, bir mağduriyetin dahi giderilmesinden memnuniyet duyarız.

Millet için varız, millete hizmet aşkıyla doluyuz.

Biz ki, Fırat’ın kıyısında kaybolmuş bir kuzunun dahi hesabını soran, soracak olan, sorulmasını manevi vecibe kabul eden inanmış ve ilkeli bir siyasi hareketiz.

Ancak devletin kasası, milletin kesesi üzerinde de hiç kimsenin istismar düzeneği kurmasına göz yummayız.

Kılıçdaroğlu, beş CHP’li belediyenin 13 bin 338 sanatçıya yardım yaptıklarını da söylemiş.

Peki bu sanatçılar kimlerdir?

Sanatçı kisvesine bürünmüş bölücülere, Türkiye muhaliflerine belediye imkânları peşkeş çekilmiş midir?

Kılıçdaroğlu’nun dost kataloğunda isimleri yazılı mıdır?

Bu dost edebiyatının da iyice suyu çıkmıştır.

Kılıçdaroğlu’nun birlikte iktidar olmayı hedeflediği dostları arasında PKK’nın, FETÖ’nün, DHKP-C’nin, dış güçlerin, Türk düşmanlarının sıralamadaki yeri neresidir?

Demokrasilerde iktidara dostlarla değil milletle ulaşılır.

Bugün dost olanın yarın düşman olmayacağı garanti değildir.

Dostuna güvenen şartlar değiştiğinde postuna dolacak samanı da öngörmelidir.

Acaba terörist Demirtaş Kılıçdaroğlu’nun dostu mudur?

Terörist Karayılan Kılıçdaroğlu’nun dost kategorisinde midir?

Mesela Muharrem İnce de hala dost mu görülmektedir?

 

Eski çamlardan bardak olmayacağına göre, Kılıçdaroğlu’na tavsiyem akşamları video çekip paylaşmak yerine merhum Zeki Müren’in eski dostlar isimli şarkısını dinleyerek kendisini avutmasıdır.

Dedem Korkut soy soylamış, boy boylamış ve asırlar önce şöyle seslenmişti:

Eski pamuk bez olmaz, eski düşman dost olmaz.

Kız anadan görmeyince öğüt almaz.

Oğul babadan görmeyince sofra kurmaz.

Yine demişti ki:

Yamaçların otlaklarını geyik bilir.

Kıraç yerlerin çimenlerini yaban atı bilir.

Ayrı ayrı yolların izini deve bilir.

Yedi derenin kokularını tilki bilir.

Geceleri kervan göçtüğünü çayır kuşu bilir.

Kişinin ağırını hafifini at bilir.

Ağır yüklerin açtığı yaraları katır bilir.

Sızıların nerede olduğunu çeken bilir.

Gafil başın ağrısını beyni bilir.

Biz de zillete düşenleri, Kılıçdaroğlu’nu ve sabıkalı dostlarını çok iyi biliriz.

Varsın onlar ne idüğü belirsiz dostlarıyla kucaklaşsın dursun, biz milletle kucaklaşacağız.

Haini dost görenlere, teröriste dost muamelesi yapanlara, millete değil lekeli dostlarına güvenenlere, çıkar ortaklığına dostluk diyenlere, zalimleri dost kabul edenlere, bıyık altından gülüp dostlarıyla film çevirenlere, köprüyü geçerken dost tutanlara itibarımız yoktur, inancımız yoktur, ihtiramımız yoktur, eyvallahımız hiç yoktur.

Bizim doymaz kursaklı dostlarımız değil, mensubiyetiyle iftihar ettiğimiz büyük bir milletimiz vardır.

 

Ne yapacaksak milletimizle birlikte yapacağız, nereye ulaşacaksak milletimizle gönül gönüle ulaşacağız.

Kılıçdaroğlu dost desin kıvransın, biz millet diyeceğiz, Türkiye diyeceğiz, Türklüğün onurunu yaşatacağız.

Onlar dostlarıyla iktidar olacağız ezberine takılsalar ne yazar, biz cumhurun muhteşem iradesiyle Türkiye’yi geleceğin süper gücü yapacağız.

“Erken seçimi daha çok biz iktidara gelmek için değil bu millet, beladan kurtulsun diye istiyoruz.” diyen Kılıçdaroğlu, belanın iptiladan, iptilanın da müpteladan geldiğini unutmasın, Türk milletinin rotasından şaşmayacağını, yanlışa düşmeyeceğini, dost diye düşmana ganimet olmayacağını zilletle pekişmiş kafasına iyice soksun.

 

Muhterem Arkadaşlarım,

Farabi, İdeal Devlet isimli eserinde, adaleti, her kim olursa olsun, insanın yolu üzerine dikilen engelleri aşması olarak tarif etmişti.

Adalet bir sonuç değil, kutlu bir yolculuktur.

Harcı adalet olmayan bir toplum veya devletin binası çürüktür.

Kuvvetsiz adalet ve adaletsiz kuvvet iki büyük felakettir. 

İbn-i Haldun, geçmişler geleceğe suyun suya benzemesinden daha çok benzeyeceğini hatırlatmıştı.

Geçmişimiz adaletli hükmün tertemiz misalleriyle doludur.

Tarihin her döneminde Türk milleti adaletiyle sivrilmiş, böylece adından, şanından gururla bahsettirmiştir.

Hz Mevlana’nın dediği gibi, adalet ağaçları sulamak, zulüm ise dikene su vermektir.

Biz dikene su verenlerden olmayacağız.

Elbette bizi bilen bilir, bilmeyen de kendi gibi bilir.

Devlet duyguyla değil akılla yönetilir.

Devlet kin ve nefretle değil adaletle muamele eder.

Tehdit ne denli çetin, ne kadar derin olsa da, devlet yönetimi adaletten ve hukukun çizdiği sınırlardan kesinlikle taviz vermez, vermemelidir.

Terörle ve bölücülükle mücadele de aynen böyle olmalıdır.

Türkiye'nin 1984 yılında fiilen başlayan bölücü terörle mücadelesinin 37 yıldır sürdüğü hepinizin malumudur ve beka düzeyinde en önemli sorunudur.

Ancak, bu mücadelede başarının önündeki engellerden en önemlisi, terörizm ile bölücülük arasındaki ilişkiyi algılamakta sorun yaşayan, bölücülüğü masum talepler olarak görmek isteyen çevrelerin varlığıdır.

Milliyetçi Hareket Partisi, yıllardan beri terörü ve terör örgütünü, yalnızca kanlı eylemlerinden ibaret bir suç ve cinayet şebekesi gibi görmekten uzak bir anlayışla, daha yukarıdan yorumlama ve değerlendirme çabası içinde olmuştur.

Özellikle çağımızda, terörizmin uluslararası karanlık oyunların çok etkili bir vasıtası olduğu açıktır.

Yine bu kapsamda, terör eylemlerinin de hedef alınan ülkeleri istenilen düzeye getirmek için kullanılan stratejik senaryoların kirli yüzü olduğu herkes tarafından bilinmektedir.

Bu gerçeği, ülkemize yönelik tehditlerde bulmak istemeyenlerin, terörün hangi amaçlarla kullanılabileceğini anlamaları için çok uzaklara gitmelerine gerek yoktur.

Yalnızca komşumuz Irak’a baktığımızda bile, geçmişte Amerika Birleşik Devletleri’ne yönelik terör saldırısının sanal suçlusu ilan edilen bir diktatörün idamına ve ülkesinin kan gölüne çevrildiğine şahit olabiliriz.

Ardından Arap Baharı’yla Suriye’nin nasıl bir uçuruma yuvarlandığını da görebiliriz.

37 yıldır kanlı eylemleri ile ülkemizin ilk gündemi haline gelen PKK terörünün bir sonuç değil bir vasıta; bir amaç değil bir araç olduğu ortadadır.

Kurulduğu ilk yıllardan itibaren PKK’nın, Türkiye üzerinde emelleri olan her devletin kullandığı, uluslararası ve hatta uluslar üstü bir baskı ve pazarlık mekanizması olarak şiddete ve teröre başvurduğu bir gerçektir.

Millet varlığına kasteden PKK terörüyle mücadele ve teröristlerin imhası yıllardır en üst seviyede ve büyük bir fedakârlıkla sürdürülmüştür.

Bu uğurda çok sayıda şehit verilmiş, çok sayıda vatandaşımız hayatını kaybetmiş ve yaralanmıştır.

 

Ülkemiz başka sahalara ayırması gereken maddi imkânlarını haklı olarak terörle mücadeleye aktarmış, bu konuda da kayıplar yaşamıştır.

Burada, sizlere geride kalan yılların acı bilançosunu tekrarlayacak ve terör örgütünün katliamlarından bahsedecek değilim.

Ancak, yıllardır süren bu eylemlerin arkasındaki stratejik nedenleri, küresel aktörleri, yerli işbirlikçileri, tarihsel kökenleri, kötürüm niyetleri dikkate almadan yapılacak yorumların asla doğru olmayacağını düşünüyorum.

Bu açıdan PKK terörünü, silahsız bölücülükten; bölücü faaliyetleri de bölgemizdeki küresel projelerden bağımsız düşünmek ve birbirinin içinden çıktığını görmeden tek tek ele almak hepimizi yanlış sonuçlara ve elbette ki yanlış sebeplere götürecektir.

Aslında kökleri Osmanlı İmparatorluğu’na kadar dayanmasına rağmen, bugünkü haliyle 1984 yılında ortaya çıkan bölücülüğün silahlı ayağı olan PKK terör örgütünün, yıllar içinde aldığı boyut terörizmi Türkiye’mizi de içine alan bir projenin parçası haline getirmiştir.

Yalnızca son yirmi yılın Irak ve Suriye coğrafyalarındaki gelişmelerini incelediğinizde PKK/YPG/PYD terörünün arkasında Türkiye üzerinde hesabı olanların tamamının hüviyetlerini görmek ve arka planda yer alan ülkeleri bulmak mümkündür.

Devletin terörle mücadeleden sorumlu veya yetki verilmiş resmi makamlarının zaman zaman bunları dile getirdiği ve hatta şikayetçi olduğu malumumuzdur.

Türkiye, PKK’nın ve bölücülüğün arkasındaki küresel aktörleri her platformda, özellikle son yıllarda muhataplarının yüzüne vurmuştur.

Brüksel’de yapılan NATO Liderler Zirvesi’nde Sayın Cumhurbaşkanı’nın ABD Başkanı’na yaptığı da budur.

Ardından Bakü’de gazetecilere verdiği beyanatıyla ABD’nin müttefik olarak PKK/YPG’yi mi yoksa Türkiye’yi mi gördüğünü açık yüreklilikle sormuş ve sorgulamıştır.

Tarihi Şark Meselesi dediğimiz emellerin peşindeki küresel aktörler tarafından, bölücülük ve silahlı uzantılarını çok maksatlı ve çok destekli bir uluslararası yıkım enstrümanı olarak kullandıkları da artık inkar edilemeyecektir.

Bu kapsamda mızrağın çuvala bırakınız sığmadığını, delip geçtiği de aşikardır.

Özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin son otuz yılda komşumuz Irak’a yönelik iki ayrı savaşının siyasi sonuçlarını sebepleri ile birlikte değerlendirdiğimizde, Türkiye’yi bir kıvama getirmek için kullanılan bölücülük ve bölücü terör oyunu her yönüyle berraklaşacaktır.

HDP bu oyunda asal bir figüran, asıl bir faildir.

Parti görünümlü bu bölücü odağın kumanda odası zalimlerin denetim ve kontrolündedir.

PKK silahlı saldırı konusunda kışkırtılıp tembihlenirken, HDP silahsız bölücülüğün maşası olarak görevlendirilmiştir.

Türkiye üzerinde oyun kuranların, tarihsel hesaplaşmaları canlı tutmak için fırsat kollayanların, tıpkı bir asır önce olduğu gibi, yine bölücülük üzerinden yürüdükleri, ihanete teşne olan küçük bir azınlığın ağızlarına bal diye zehir sürmek suretiyle devşirdikleri net olarak görülmüştür.

Otu çekip köküne bakıldığında HDP’nin PKK’dan, PKK’nın HDP’den hiçbir farkı olmadığı gerçeği gün gibi ortaya çıkacaktır.

Milletin ahlak ve yürek gücünü yıkarak, belirecek çatlaktan bölücülüğün serpilip meşrulaşmasına çanak tutanlara karşı uyanık olmak bizim için vatan görevidir.

Çünkü konu sıradan bir asayişsizlik veya organize suç şebekesi konusu değil, Türk milletinin var oluş yok oluş davasıdır.

Buna tarafsız ve tepkisiz kalanların ihanete ortaklıkları tartışmasızdır.

Anayasa Mahkemesi Genel Kurulu’nun, HDP’nin kapatılması istemiyle açılan davanın ilkini reddedip ikincisini inceleyerek inceleyerek dün itibariyle kabul etmesi bize göre hayırlı bir gelişme, adaletin tecellisi açısından ümit verici bir tesellidir.

Eğer hukuk varsa, eğer adalet hakimse, eğer Türkiye tarihi haklarından ve milli bekasını savunmaktan vazgeçmemişse terörizmin siyaset ayağı hiçbir ad altında açılmamak üzere kapatılmalıdır.

Kılıçdaroğlu, eline vicdanına koyup söylesin, kimin yanındadır? Kimin tarafındadır?

Bölücülüğü, terörü ve şiddeti mi destekliyor? Yoksa Türkiye’nin ve şühedanın safında mı duruyor?

Bu meselenin arası-ortası, kıyısı-köşesi, şurası-burası yoktur.

Artık seçenek kalmamıştır; ya ihanet kazanacak ya da millet iradesi ihaneti kazıya kazıya temelinden söküp atacaktır.

Babalar Günü’nde, yetim yavrularımızın şehit babalarının mezar taşındaki resimlerini okşayıp öpmesi Kılıçdaroğlu’nun vicdanını sızlatmaya yetmedi mi?

Gece üşümesinler diye evlatlarının üzerini örten anaların, ilahi takdir bu ya, gün geldiğinde toprakla üzeri örtülen şehitlerine içli içli ağıt yakmaları CHP’nin, İP’in ve diğerlerinin yüreğini titretmeye hiç mi kafi gelmedi?

Kına yakıp askere gönderilen kahramanları al bayrağa sarılı naaşlarıyla karşılayan gelinler, bacılar, babalar, analar, yavrular ne yapsın, demokrasi var diyerek, nasılsa sandıktan oy aldılar bahanesiyle dökülen kanları mı unutsunlar? Geçmişe sünger mi çeksinler? HDP’yi meşru mu görsünler?

Kılıçdaroğlu, demokrasilerde parti kapatmak yanlış diyor, kuşkusuz halt ediyor.

HDP’yi savunuyor, bölücülüğün avukatlığına utanmadan soyunuyor.

O dediği meşruiyet ve hukuk sınırları içinde faaliyet gösteren partiler için geçerlidir, HDP bunun dışındadır ve zaten parti marti de değildir.

Adalet ve vicdan terazisi bu rezalete onay veremez, cinayet ve melanetleri normal göremez.

HDP, pek çok vahim özelliğinin yanında Türk demokrasisine biçilmiş kefen, doğrultulmuş silah, tuzaklanmış patlayıcı, döşenmiş mayındır.

Ve HDP kapatılmalıdır, bu örgütün bölücü yöneticileri hakkında hukuk ve adalet tesirini mutlak surette göstermelidir.

Boğaza nazır şatafatlı mekânlarda, sıcak kumların üzerinde, magazinleşmiş hayatlarının derinlerine sinmiş aşağılık kompleksleri eşliğindedemlene demlene demokrasi edebiyatı yapanlara hayat çok parlak, dünya bunlara çok güzeldir.

Lüks otellerin lobilerinde “bu kadar oy alan bir parti kapatılır mı, Türkiye’nin çivisi çıktı, bu ülke nereye gidiyor” ahkamı kesenlerin yedikleri önünde yemedikleri arkalarındadır.

İnsanın haya perdesi yırtıldı mı, kalbi taşlaştı mı olması beklenen tamamıyla bu kokuşmuşluktur.

Meseleyi demokrasiyle telif ve tercüme etmeye çalışanlar, bir saatliğine de olsa bu vatanın yalçın kayalarında, karlı ovalarında, buz kesmiş gecelerinde ellerine silah alıp nöbete girsinler de görelim adamlıklarını?

Bu vatanı korumak yalnızca ve yalnızca Anadolu’nun kavruk yüzlü yiğitlerinin mi sorumluluğu altındadır?

Nerede bu yüz karası televoleciler, nerede bu eğlence dolu gecelere akan kimliksizler, ne yapıyor bohem hayatın lekeli müdavimleri?

Millet salgınla boğuşurken İzmir Alaçatı’da, Bodrum Yalıkavak’ta, İstanbul Nişantaşı’nda nasıl caka satıyorlarsa, buyursunlar saltanat sürdükleri bu vatanın külfetine de bir zahmet katlanmayı denesinler.

Dilemem ama, ailelerinden birisi teröre kurban gitseydi, yine böyle abuk sabuk konuşmaya yürekleri elverecek miydi?

HDP’nin hukuk konusu olduğu bir dönemde, şu tuhaf zamanlamaya bakınız ki, İzmir HDP il binasına yapılan hunhar saldırı ve suikast elbette şiddetli bir provokasyon, alçak bir komplo olarak değerlendirilmelidir.

 

Değerli Milletvekilleri,

Son dönemlerde yaşanan iç ve dış gelişmelerin şifreleri çözüldüğünde karşımıza manidar ve üzerinde dikkatle durulması lazım gelen irtibat ve ilişki ağları çıkmaktadır.

10 Haziran 2021’de, Birleşik Krallık Başbakanı’yla ABD Başkanı arasında “Yeni Atlantik Şartı” imzalanmıştır.

Bu çerçevede, demokrasi kurumuyla açık toplumun savunulması, şeffaflık, hukukun üstünlüğü, sivil toplumun ve bağımsız medyanın desteklenmesi, adaletsizlik ve eşitsizlikle mücadele ön plana çıkmıştır.

Müteakiben 11-13 Haziran 2021 tarihlerinde G-7 Liderler Zirvesi toplanmış, demokrasi, özgürlük, eşitlik, hukukun üstünlüğü ve insan haklarına saygı vurgusu yapılmıştır.

14 Haziran 2021’de NATO Liderler Zirvesi, 15 Haziran 2021’de de AB-ABD Zirvesi gerçekleştirilmiştir.

Bilhassa NATO’nun 2030 Vizyon Belgesi’ne yapılan atıf kapsamında, ittifakın siyasi boyutunun önümüzdeki süreçte güçlendirileceği, yolsuzlukla mücadelenin NATO için önem taşıdığı ifade edilmiş, nihayetinde demokrasinin destekleneceği kayıt altına alınmıştır.

AB-ABD Zirvesi’nde ise, yine demokrasinin sahiplenileceği, otoriterliğin her türlü şeklinin reddedileceği hususuna temas edilmiştir.

Hiç kimse ne var bunlarda demesin, zarfa değil mazrufa bakmak, söylenenden ziyade maskeli küresel senaryonun devreye alınma niyetine odaklanmak, ayrıntıya istiflenmiş sinsi hedefleri tefrik etmek sorumlu ve milli bir siyaset marifetidir.

Bu gelişmeler yaşandıktan sonra TÜSİAD Başkanı hemen pozisyon almış, kulağına üflenen yalan yanlış bilgilerle hükümeti, ekonomiyi, hukuk ve demokrasi konularındaki eleştirilerini sıralamıştır.

Bize göre zamanlama ilginçtir.

TÜSİAD, son dönemlerde hukuk devletiyle hiçbir şekilde bağdaşmayacak karanlık ve karmaşık ilişki ağlarından muzdarip olduğunu ileri sürmüştür.

Türkiye bir hukuk devletidir, hukukun üstünlüğü de egemendir.

TÜSİAD’ın dış tazyiklere, dış telkinlere değil, milletimizin gerçeklerine, milli güvenliğimizin haysiyetine saygı ve riayeti paradan daha önemli olan bir şeref meselesidir.

Ve İzmir HDP il binasına yapılan saldırı da süreci başka bir noktaya taşımıştır.

Saldırganın ifade tutanağı uyanık bir şuurla analiz edildiğinde, meczup olmadığı, tek başına hareket etmediği, bilinçli bir eylem içinde eyleme geçtiği hemen fark edilecektir.

Lütfen dikkat buyurunuz, öyle bir gün seçilmiştir ki, binada tek bir HDP’li yönetici yoktur, hatta planlı bir toplantı da iptal edilmiştir.

Tıpkı Ankara Gar patlamasında, tıpkı Suruç katliamında olduğu gibi, HDP’liler araziye uymuşlar, birden bire kayıplara karışmışlardır.

Olayın vuku bulduğu gün, ne hikmetse, çay servisi yapan asıl şahsın yerine yardım amacıyla kızı binaya gelmiştir.

 

Cinayete kurban giden Deniz Poyraz’ın masada yarım bıraktığı kağıt bardaktan içtiği çay ile yediği domates ve zeytin, kısa süre içinde Türkiye aleyhtarlarının propaganda görseli olarak kullanılmıştır.

Katilin ise bozkurt işareti yapan ve silah tutan halini resmeden fotoğrafları sanki bir yerlerde hazırda bekletiliyormuş gibi anında servis edilmiştir.

Yani bir taşla daldaki birden fazla kuşun vurulması hedeflenmiştir.

Altını kalın bir şekilde çizerek soruyorum; bu katil gerçekte kimdir?

HTS kayıtları çıkarılmış mıdır? Bağ ve bağlantıları kimleri ve nereleri işaret etmektedir?

Provokasyonun içinde derin PKK’nın, yabancı istihbarat örgütlerinin, kiralık taşeronların parmağı var mıdır?

HDP’yi masumlaştırıp partimizi, Cumhur İttifakı’nı ve Türk devletini suçlamak üzerine bina edilen bu cinayetin önü arkası, sağı solu, altı üstü sonuna kadar araştırılmalıdır.

Kim ne biliyorsa, kimin elinde ne belge, ne bilgi varsa emniyet güçlerine ve adli makamlara teslim etmek durumundadır.

CHP, HDP, İP, Halk Tv, yazı ve haberleriyle tahrik kampanyasının medya ayağını teşkil eden kiralık yazar ve gazeteciler hem soruşturma hem de kovuşturma süreçlerine alacakları özel bir izinle müdahil olmalı, olayın iç yüzünün aydınlığa kavuşmasına cesaretleri varsa hizmet etmelidirler.

Biz bu cinayeti reddediyoruz.

Katilin ve işbirlikçilerinin en ağır cezaya çarptırılmasını istiyoruz.

Kılıçdaroğlu, “Deniz’i öldürdüler, istiyorlar ki, bu ülkede hiçbir genç mutlu olmasın” sözlerini neye dayanarak, hangi delile güvenerek söyleyebilmiştir?

Bu olayın sonucunda, Türkiye’yi haydut devlet durumuna düşürmek isteyenler olduğunu açıklayan Kılıçdaroğlu, ne dediğinin şuurunda mıdır? Aklı başında mıdır?

Haydut devlet nedir? Uluslararası hukukun tek bir sayfasını okumadan kulaktan dolma ifadelerle nasıl ve hangi hakla, hangi cüretle, hangi tespitle böyle konuşabilmiştir?

 

Son yıllarda uluslararası literatüre giren başarısız devlet, rantiye devlet, düşmüş devlet, haydut devlet gibi kavramlar genellikle hedef ülkeleri yalnızlaştırmak için kullanılmaktadır.

Haydut devlet, küresel kapitalist sisteme uyum sağlamaya direnen, nükleer silah kapasitesini geliştirmeye çalışan, uluslararası terörizme destek veren ve ABD’nin hayati çıkarlarını tehdit eden devletler için söz konusudur.

Genellikle diğer ülkelerle diplomatik ilişki kurmaktan kaçınan bu devletler, politik veya ekonomik yaptırımlara, hatta askeri müdahalelere uğrama potansiyeline sahiptirler.

İzmir’deki cinayetin ardından Türkiye’ye pusu kurmak isteyen gerçek haydut devletler yok mudur?

Kılıçdaroğlu, kime hizmetle memur edilmiş, akıl hocalığını kimler devralmıştır?

Partiler üstü bir anlayışla tesis edilen, milletimizin özlemlerini ve devletimizin dik duruşunu teyit eden dış politikayı 180 derece değiştireceklerini söyleyen bu gafilin ağzından çıkanı kulağı duymuş mudur?

Hepsini geçtik de, HDP eşbaşkanları tahrip edici konuşmalarını yaparken katil devlet sloganları atan alçakları kimler doldurmuş, bu karanlık güruh kimlerin dolduruşuna gelmiştir?

Kılıçdaroğlu’na haydut devlet kavramını söyletenler bu işin neresindedir?

Açık seçik söylüyorum, Türk devleti egemen ve haysiyet sahibi bir devlettir, katil ithamları ise soysuzluktur.

Öldürülen Deniz Poyraz’ın kim olduğunu ben size söyleyeyim, PKK’nın kırsal katılım sorumlusu, şehirden dağa çıkmak isteyen PKK sempatizanlarını terör kamplarına sevk eden halkanın içinde yer alan milis işbirlikçidir.

Milis işbirlikçi, köy, kasaba ve şehirlerde yalnız ve sahipsiz görülen kişileri terör örgütüne devşirmek için çalışan, örgütün hain eylemlerine yardım ve yataklık yapan terörist demektir.

Bu milis işbirlikçinin babası ise duyan herkesi şok eden açıklamalarda bulunmuş, bir nevi canlı bomba gibi patlamıştır.

 

 

“Deniz benim Deniz’im değil, Kürdistan’ın Denizi’dir. Biz dağlarda direnen aslanlara borçluyuz. Şu anda düşmanın tank ve toplarının önünde direniyorlar. Biz ne kadar bedel de versek halen onlara borçluyuz. Allah gerillaya güç kuvvet versin, mertebelerini yükseltsin.”

Herkesi ikaz ediyorum, hiç kimse, “ne yapsın acısı var, ne dediğini bilmiyor,” saptırmasına heves etmesin.

Böylesi bir bahaneye de sarılmasın.

İzmir’in göbeğinde bir PKK’lı arayıp da bulamayacağı bir propaganda imkanı yakalamış, bunu da şerefsizce kullanmıştır.

Dağda bir aslan biliriz, o da şerefli Türk askerimiz, şerefli Türk polisimiz, şerefli güvenlik korucularımızdır.

Diğer eli silahlı vaziyette dağlarda gezenler de görüldüğü yerde indirilecek açık hedeflerdir ve çakalın insan suretleridir.

PKK’lı milis işbirlikçilere hakkı yenmiş garip gureba, mağdur ve mazlum muamelesi yapan köksüzlere soruyorum, suçsuz günahsız, güzeller güzeli Aybüke öğretmenimiz şehit edilirken nerelerdeydiniz? Nereye sinmiştiniz? Hiç sesiniz çıkmış mıydı?

Annesi Nurcan Karakaya ile 10 aylık Bedirhan bebek barbarca şehit edilirken ne yapıyordunuz? Kalbinizde hiçbir sızı duydunuz mu?

Ya Eren Bülbül, ya Necmettin öğretmenimiz, ya ana kuzuları, ya emzikli bebekler, bileniniz, hatırlayanınız kaldı mı?

Şerefiniz kadar konuşun desem, bunların hiçbirisinin ağzını bıçak dahi açmaz, açamaz.

Sol örgütler, emek ve meslek örgütleri, barolar, CHP, HDP, TKP, TİP, EMEP, KESK, DİSK, Halkevleri, alayınıza milletim adına soruyorum, Deniz Poyraz’a sahip çıktığınız kadar bu milletin çocuklarına, bu vatanın onurlu evlatlarına sahip çıkabildiniz mi?

Müşfik bir seslenişiniz, sevgi dolu bir dokunuşunuz görüldü mü?

Aziz şehitlerimize rahmet dilemenizi bıraktık da, terörü kınayacak tek bir kelam edebilecek insaf ve iffeti sergileyebildiniz mi?

Hz.Ömer’in şu duası duamdır: Allah’ım! Günahkârın kuvvetini ve iyinin acizliğini sana şikayet ediyorum.

Kürt kökenli kardeşlerim, biz sizi Allah için seviyoruz, bağrımıza basıyoruz.

Aramızda hiçbir fark yok, inancımız bir, irademiz bir, istikbalimiz bir, geçmişimiz bir, bayrağımız bir, devletimiz bir, milletimiz bir, mukaddesatımız bir, acımız bir, anımız bir.

Kan içen vampirlere sırtınızı dönün, bu teröristlere şamarı indirin, birliğimizi ve dirliğimizi bozmak isteyen iç ve dış mihraklara millet sevdasıyla özdeşleşmiş tarihi gücünüzü gösterin.

Şayet birileri Türk-Kürt çatışmasının düşünü kuruyorsa, gök girsin kızıl çıksın ki, bu düşten kabusla uyandırmak bizim için hayat memat konusu olacaktır.

Kılıçdaroğlu’na diyorum, yabancı dostlarının tuzağına düşme, zira başaramayacaksın.

HDP’nin eşbaşkanlarına sesleniyorum, emperyalist efendilerinize aldanmayın, zira başaramayacaksınız.

İP’in ve diğer marjinal partilerin başkanlarını uyarıyorum, ona buna ümit bağlamayın, melun amaçlarınıza kesinlikle ulaşamayacaksınız.

Set olacağız, bariyer olacağız, baraj olacağız, kale olacağız, sur olacağız, duvar olacağız, Plevne’deki direniş, Kocatepe’deki dirayet, Çanakkale’deki şehadet olacağız, zilletin önünü keseceğiz, oyunlarını bozacağız.

Bayrak olacağız, sancak olacağız, vatan olacağız, düşmeyeceğiz, Türkiye’yi kesinlikle düşürmeyeceğiz.

Bir olacağız, kardeş olacağız, büyük bir aile olacağız, Türk milletinim kahramanca duruşuyla ayrık otlarını kurutup bölünme umudu taşıyanları hayal kırıklığına uğratacağız.

Mert olacağız, ahlaklı olacağız, erdemli olacağız, tavizsiz olacağız, adam gibi adam olacağız, serdengeçti bir yürekle Türkiye’yi sonuna kadar muhafaza ve müdafaa edeceğiz.

Bu duygu ve düşüncelerle, haftalık olağan Meclis grup konuşmama son verirken hepinizi hürmet ve muhabbetle selamlıyor, aziz milletimize esenlikler diliyor, her birinizi Cenab-ı Allah’a emanet ediyorum.

Sağ olun, var olun diyorum.